Kur’an’ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için şehit olmayı göze alan Bediüzzaman seksen iki yıllık bereketli ömrünün şehadetiyle Kur’an için yaşamıştır. O “Kur’an’a ait her şey güzeldir, kıymetlidir. Zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür” düşüncesinden hareketle Kur’an’ı öne çıkarmak, onu yüceltmek ve başta Anadolu olmak üzere tüm insanlığa anlatmak için gayret göstermiş ve ömrünü bu yolda harcamıştır.
Dünyada gerçek vahiy olan bir tek kitap vardır, o da Kur’an-ı Kerim’dir. Nazil olduğu andan itibaren Kur’an’da ne bir eksiklik hissedilmiş ne de bir ilavede bulunulmuştur. Çünkü Kur’an’ı hem indiren hem de koruyan Allah’tır.
Kur’an’a bağlanan ve onu çok süslü kutularda muhafaza eden günümüz Müslümanları cehalet ve ihtilaf vadilerine mahkum edilmişken Kur’an’ın öngördüğü medeniyet ise kendisine sahip çıkacak bahtiyarları beklemektedir. Bir müfessir olarak 20. asırda yaşamış olan Bediüzzaman Said Nursi de Kur’an’dan uzaklaşan Müslümanların tekrar vahiyle bağlarını kurabilmeleri için yapmaları gerekenler hususunda ömrü boyunca bin bir zorluklara göğüs gererek, yılmadan, ümidini kaybetmeden, büyük bir şevkle çabalamıştır.
Kuşkusuz günümüz Müslümanlarının en büyük problemi Kur’an’ı olması gerektiğince tefekkür edememeleridir. Allah ezeli kelamında şöyle buyuruyor: “Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var ki hiçbir hakikat gönüllerine girmiyor?” Peki kalpler üzerindeki bu tefekküre engel kilitler nasıl kırılacaktır? Öyle anlaşılıyor ki çağımız insanının bu tefekkür kilidini kıramamasının en önemli belirtisi Kur’an’ın emirlerini göz ardı eden bir hayatı benimsemiş olmaları ve bu durumdan da rahatsız olmamalarıdır. Deyim yerindeyse Kur’an bir vadide, Müslümanlar da bir başka vadidedir.
Bediüzzaman bunun sebeplerini hak ve kuvvetin değişken egemenliklerine bağlamaktadır. Ona göre Hicri 5. asırdan itibaren İslam dünyasında “hak” değil “kuvvet” hakim olmuştur. Bu yüzden o dönemlerde kişinin kendi mesleğine muhabbet etmesinden çok başkasının mesleğine husumet etmesi esastır. Hatta o dönemlerden ta Hicri 12. yüzyılın sonlarına kadar mezhep ve meşrepleri yaşatan ekseriyetle ya taassup ya da tekfir ve safsatadır. Bu durum o derece ileridir ki eğer birisi taassubu terk ederek ümmetin icma ve tesanüdünü kabul edecek olursa mezhebini veya mesleğini değiştirmek zorunda kalmaktadır. Oysa şeriatın kabul ettiği ise “taassup” yerine “hak”, “safsata” yerine “bürhan” ve başkasını “tekfir” yerine “istişare” etmektir.
O halde denebilir ki, asırlardır İslam dünyasının çekmekte olduğu sıkıntının asıl sebebi Kur’an’ı ve Sünneti hakkıyla anlamamak, diğer taraftan da bu sahada yazılan kitapların ezeli kelamdaki hakikatlere perde olmalarıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle sıkıntının en büyük sebebi “me’hazdeki kudsiyet”in göz ardı edilmesidir. Bediüzzaman konuyu özetle şöyle dile getirmektedir:
Bediüzzaman konuyu da öz bir şekilde şöyle ifade eder: “Kur’an ayine ister, vekil istemez.” Peki, halkın nazarını kitaplardan alıp doğrudan doğruya Kur’an’a çevirmenin yolu var mıdır?
Bediüzzaman hiçbir konuda ümitsiz olmadığı gibi Kur’an’ın öne çıkarılarak hakikatlerini örten perdelerin kaldırılabilmesi konusunda da ümitsiz değildir. Ona göre halkın nazarını doğrudan doğruya Kur’an’a çevirmenin üç yolu olabilir:
Birinci yol müelliflerin hak ettikleri derin saygıyı tenkitle kırarak Kur’an’ı görmemize engel olan o perdeyi kaldırmaktır. Bu yol zulüm ve insafsızlıktır.
İkinci yol –selef alimlerinin kitaplarında olduğu gibi– şeriat ve fıkıh kitaplarını birer tefsir şekline çevirip içinde Kur’an’ı göstermektir. Mesela bir adam İbni Hacer’in bir kitabına baktığı zaman Kur’an’ın ne dediğini anlamak maksadıyla bakmalı yoksa “İbni Hacer ne diyor?” diye bakılmamalıdır.
Üçüncü yol ise ehl-i tarikin yaptığı gibi halkın nazarını o perdenin üstüne çıkarıp Kur’an hakikatleri gösterilmelidir.
Bediüzzaman bu tespiti yaptıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber’i (a.s.m.) görür. Rasulullah (a.s.m.) kendisine Kur’an getirildiği sırada kıyam ederler. Bediüzzaman der ki:
Bediüzzaman Risale-i Nur’un birçok yerinde tekrarla “Risale-i Nur Kur’an’ın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir” der. Risale-i Nur’un bilinen tefsirlerin tarzında bir kitap olmadığını gören bir kısım hocalar ve bazı muhalif insanlar ise “Risale-i Nur bir tefsir değildir” demişlerdir. Bediüzzaman bu itiraza açıklık getirmek için iki kısım tefsir bulunduğuna dikkat çekmiştir:
Gerçekten de Kur’an’ın kelimelerini ayrı ayrı inceleyerek lügat ve ıstılahi manalarını araştıran ve bu şekilde Kur’an cümlelerine mana vermeye çalışan klasik tefsirler pek çoktur. Denebilir ki çağımızda bu anlamdaki tefsirlere ümmetin ihtiyacı yoktur. Ancak çağın asıl problemi olan iman zaafına Kur’an’dan reçeteler sunan tefsirlere şiddetli ihtiyaç vardır. İşte Risale-i Nur Kur’an’ı Kerim’in asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren ayetlerini tefsir etmiş ve bu konuda makul çözümler üretmiştir. Bu anlamda Mehmet Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” haykırışına mazhar olmuştur.
Bediüzzaman meslek ve meşrebini azami ihlas üzerine bina etmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda savaş meydanında kaleme aldığı İşaratü’l İ’caz tefsirini yazarken sahip olduğu hissiyatı talebelerine yazdığı en son yazdığı bir mektubunda şöyle ifade etmiştir:
İşte Bediüzzaman Kur’an’ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için ölümü göze alan bir müfessir olarak kaynağın kutsiyetini muhafaza etmek için yazdığı altı bin sayfalık Nur Külliyatının Kur’an’a ayna olmasını sağlamaya çalışmıştır. O bütün kitaplarında “me’hazdeki kudsiyetin muhafazası” prensibine bağlı kalmıştır. Bu hassasiyetini şöyle dile getirmiştir:
Bu düşünceden hareketle birçok yerde kendi nefsini ziyadesiyle yererek Kur’an’a ve imana hizmet noktasında kendisinin de sadece bir nefer olduğunu göstermek ve Kur’an’ı öne çıkarmak için azami gayret sarf etmiştir. Bunun yanı sıra talebeleri tarafından kendisi hakkında beslenen bütün hüsnüzanları bu hakikatin hatırı için te’vil etmiştir. Mesela kendisinden biyografisini isteyen bir dostuna gönderdiği mektupta büyük bir tevazuu ile şu cevabı yazmıştır:
Bediüzzaman yazdığı eserlerin Kur’an’a perde olmaması için ilginç bir üslup ve yeni bir metot takip etmiştir. Onun bütün amacı kaynağın kutsiyetine perde olmamak, aksine ayine olmaktır. Nitekim Risale-i Nur’daki kuvvetin tesirini soranlara verdiği cevapta şöyle diyor:
Kur’an’ın bir tek harfinin bir tek nüktesi için şehit olmayı göze alan Bediüzzaman Kur’an için yaşamıştır. “Kur’an’a ait her şey güzeldir, kıymetlidir. Zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür” düşüncesinden hareketle Kur’an’ı öne çıkarmak, onu yüceltmek ve anlatmak adına ömrünü bu kutsi gaye uğruna harcamıştır. O hayatı boyunca daima Kur’an’ı terennüm etmiştir. Zira Kur’an kainatın ruhu ve aklı hükmündedir.
Kur’an-ı Kerim’i kainatın ruhu ve aklı kabul eden bir anlayışla tefsir yazan Bediüzzaman, yazdığı eserlerde hem Kur’an’a ayine olmuş hem de Kur’an’ın manevi mücevherleri olan hakikatlerini bu asırda Risale-i Nur sergisinde insanlığa haykıran en yüksek sesli bir dellal ünvanını da kazanmıştır.