Risale-i Nur Enstitüsü’nün 2018-2019 Pazar Seminerleri kapsamında Dr. Hakan Yalman “Risale-i Nur’da Bilim Tasavvuru” semineri verdi.

Sunuculuğunu Hasan Said Kalınoğlu’nun yaptığı halka açık olan seminer Hıdır Baybara’nın Kur’an-ı Kerim tilaveti ile başladı ve devamında Yalman, 19. yüzyıl gelişmelerinin tesiriyle insanların bilime nasıl bir anlam yüklediklerini dile getirerek bilimin hakikat boyutuyla nereye oturtulması gerektiği ve Bediüzzaman’ın bilime yaklaşımını anlattı. Seminerden öne çıkan başlıklar şu şekildedir:

19. yüzyıl bir dönüm noktasıdır

Bediüzzaman ve onun bilim tasavvuru dediğimizde onun yaşadığı zamanın şartları onu anlamamızda çok önem arz ediyor. 19. yüzyıl insanlık tarihi açısından çok önemli bir dönüm noktası. Belki bir kırılma noktası diyebiliriz. Bu dönüm noktasında da özellikle pozitivist akımların ve materyalist düşünce ekollerinin tesirinin çok hissedildiği ve komünizm gibi biraz daha dünyaya materyal boyuttan bakan yine kapitalizm gibi dünyayı yine materyal boyuttan ele alan akımların tesirinin çok güçlü halde hissedilir olduğu görülüyor. Hala da o tesirleri yaşadığımız bir zaman dilimindeyiz. Bu zamanın sancısını Bediüzzaman da yaşamış. Dolayısıyla Bediüzzaman’ı biz hangi açıdan anlamaya çalışırsak çalışalım oradaki mefkurenin izlerini görüyoruz. Bediüzzaman’ın bilimle ilgili düşünce tarzında da bu özellikleri aynen görme imkanımız var.

Bilim hakikî mürşidimiz olabilir mi?

Bütün bilimle ilgili tanımlara dikkat edersek arzî dediğimiz tamamen dünyayla bir tanımlama süreci bilimin faaliyet alanı olarak ortaya konuyor. Olayın bu noktası biraz problemli. Hemen ruhumuza sindirdiğimiz bir şey gibi görünüyor, temel yol göstericimiz gibi gözüküyor ancak içinde bulunduğu nokta ve baktığı yerde ciddi bir problem olduğu da aşikâr. Burada ideolojik bir yaklaşımla bilimi kötülemek ya da iyi göstermek gibi bir tarz değil yaptığımız. Gerçekten de bilim hakikî mürşidimiz olabilir mi, olamaz mı, olayın bu boyutuna bakıyoruz.

İslam mefkuresinin pozitivistleşmesi

Biz bilimle gerçekte neyi ortaya koymaya çalışıyoruz? Gerçekte aradığımız şey nedir? Hayatımızı kolaylaştırsın, ihtiyaçlarımızı bize sağlasın, sorularımıza cevap versin… Peki bizim sorularımız sadece maddî alanın önümüze koyduğu tablolar ile mi sınırlı? Bir dönem İslam ve bilim çatışması gündeme gelmiş. Hatta tıp fakültesi yıllarımda Gana’dan bir arkadaşım gelmişti. Orada ailesi onu üniversiteye göndermemek niyetindeymiş. Çünkü okula giden, bilim öğrenen gençlerin küfre girdiği bir inanç hakimmiş. Aristo Eflâtun’un talebesi olmasına rağmen bilginin arzîliği noktasına vurgu yapmıştır. Dolayısıyla semavî kaynaklara ihtiyacımız yok yaklaşımında bulunmuş. Garip bir tecelli 1000’li yıllarda Beytülhikme’de Emevî saltanatının başlamasıyla birlikte Aristo’nun metafiziği 70 kere devredilmiş ve İbn Sînâ’da bunu bir hayat rehberi gibi ele almış. Dolayısıyla İslam dünyasında da bilginin arzîleşmesi süreci ile ilgili bir noktaya gelinmiş. Bir taraftan İslam dinle bağdaşır mı bağdaşmaz mı böyle bir mesele önümüze çıkarken diğer taraftan da İslam mefkuresinin pozitivistleşmesi ve hakikati varlık düzeyinde arama noktasındaki bir problem önümüze çıkmış.

Hem Batı hem İslam alemi bilginin işlenişinde arzî kalıyor

Bilgi sadece arzın üzerindeki nesneler, bunların sayılması, bunların birbirleriyle bağlantıları, mantık irtibatları üzerinden ortaya konan bir tanım. Tarih boyunca da gerek İslam aleminde gerek Batı dünyasında bilginin temel alanı bu olmuş. Bediüzzaman’ın farkı kainat seyyahı olması. Bediüzzaman semavî bakış açısını miraçla semaya taşımış olan Hz. Peygamber’in (asm) mirasını üstüne alan ve asrına bunu hissettirmeye çalışan bir misyon üstlenmiş. Ene bahsindeki tasvirde hakikatin diğer tarafına geçmeye çalışanlara dikkat edersek İslam dünyasında dâhi ünvanı almış kişilerin de takıldığını görüyoruz. Esas sebep arzîleşmek ve semavîlikten uzaklaşmak. Bu nokta Bediüzzaman’ı anlamak açısından çok önemli ve kilit bir noktadır. Hem Batı’da hem İslam aleminde bilginin işlenişi noktasında böyle bir çabanın var olmadığını görüyoruz.

Asrın tıkanıklığı

Üsküdar’da İslam düşüncesi ve fizik alanında çok değerli çalışmaları olan bir hocamızı evinde ziyaret etmiştik. Hocamız dedi ki: “İki tane ‘r’ vardır. Biri küçük ‘r’ diğeri büyük ‘R’. ‘R’ hakikati ifade eder, ‘r’ ise bizim içinde yaşadığımız alanı ifade eder. Bilim bu küçük ‘r’de kalır. Bilimin hiçbir şekilde işin içine Allah’ı katması doğru değil.” Yani bilim kendi işine bakacak, din adamları da dinî faaliyetlerini kendi alanlarında yapacak. Bunu söyleyen çok dindar bir hocamızdı aslında. İşte asrın tıkanıklığı burası.

Sınırlı ölçülerimizle mutlak hakikati yakalayamayız

Gözlem hakikatte neyi ifade ediyor? Dokunmamız, görmemiz, işitmemiz… Biz laboratuvarda görmediğimiz şeyi doğru kabul etmeyiz diyen bilimin acaba ne kadar ayakları yere sağlam basıyor? Gözün, kulağın algılamasının bir sınırı var. Bizim aslında etrafta var dediğimiz nesneler, süzgecimizden geçmiş ve beynimizde karşılığı ile var olarak tanımladığımız nesneler. Nereden baktığımıza ve hangi ölçekte baktığımıza göre değişebilecek bilgiler. Dolayısıyla mutlaklığı olmayan bilgiler. Ölçümlerimizle elde ettiğimiz bilgilerin mutlak hakikat olduğunu ortaya koyabilir miyiz? Koyamayacağımız beynin sınırları içerisinde görünüyor.

Bilimin verileri semavî kaynakları anlamamızda araçtır

“Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” Bilimin verileriyle semavî kaynakların ortaya koyduğu hakikatleri anlamaya yönelik bir ihtiyaç var. En sağlıklı enstrüman, bizi sıkıntıya sokmadan semavî kaynakların hakikatlerine ulaştıracak olan yaklaşım nedir sorusuna burada ‘akıl’ en tepede Kur’an’ı temsil etmekle berebar akla hizmet eden enstrümanda doğru şekilde ve samimiyet içerisinde ihlas ile çalışan bilimin gözlemleri de bunun içinde ele alınmalı diyebiliriz. Eğer akıl ve nakil birbirleriyle çatışırlarsa o zaman aklın verilerini, naklin verilerini anlamak noktasında kullanmamız gerektiği Bediüzzaman’ın da yaklaşımıdır.

Tevhid nazarına ihtiyacımız var

Farklı alanlardan gelen bilgileri doğru anlayabilmemiz için bir nazara ihtiyaç var. O nazar da tevhid nazarı. Bu nazarı aslında gözle, kulakla, algılarla elde edemeyeceğimiz aşikar. Bu nazar nasıl elde edilecek? Bediüzzaman diyor ki, “Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.” Dünya dediğimizde dünyayı bir tanımlamamız lazım, insan dediğimizde insanı bütün heyetleriyle anlamamız lazım. Dünya ve insan tanımı bu noktalarla bağlantılı değerlendirildiği zaman olaya bir kuşatıcı bakış ortaya çıkmış demektir. Bu bakış ancak kalpte olur. Yani kalp ancak bu kadar kuşatıcı bir bakışla bakabilir. Biliyoruz ki kainatta çok yüksek bir azamet, kuşatıcı bir ilim ve her şeye en ince noktalarına kadar tasarruf eden bir kudret var. Bunu hissediyoruz. Esas nihaî nokta burası. Bilim adamı bundan hariç değil ve bilim bundan hariç değil. Hakikatin ortaya çıkması için buraya odaklanmamız lazım.

Kur’an’ı anlamaya daha çok gayret göstermeliyiz

Okunması yazılması ezberlenmesi alanlarında yoğunlaştığını gözlemlediğimiz Kur’an’la ilgili gayretlerimiz Mars’ı anlamak için olduğu kadar zaman, enerji ve para harcanmasına liyakati vardır diyoruz. Bilimin ufkunda en az NASA ve CERN gibi kurumlar cesametinde yapılar ve kurumlar ile Kur’an’ın parlak yıldızlar gibi ayetlerini ve bütün semavî kaynakları anlamak bugün bilimin boynunun borcudur. İnşaallah bir gün İslam aleminden devasa bir kurum ile ve Bediüzzaman’dan aldığımız o ölçüler ile hakikaten Kur’an’ı anlamaya yönelik faaliyetleri oluşturduğumuz bir yer oluşturmak imkanı olur.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu girin!
Lütfen isminizi buraya girin